Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

zinde kuvvetler

Bu aralar “zinde kuvvet” lafını biraz sıkça kullanır oldum, düşününce biraz anlamlı da geldi. Aslında bununla demek istediğim “politik toplum”dan başka bir sey değil. Bilindiği gibi zinde kuvvet lafı 1960’ların siyasal jargonundan kalma. Belki geçmişi de vardır ama politikada etkili kesimleri, somut olarak da 60’ların Türkiyesinde ordu, gençlik, aydınlar ve belki o zaman için işçi sınıfının bir kesimini de ifade ediyor. Şimdi kimler bu zinde kuvvetler? Neyse… bu soru bi yana, siyaseti böyle düşünmek demokrasi dediğimiz şey her ne ise onun yarattığı bir ilüzyondan kurtarıyor bizi. Bu ilüzyon şudur: Her birey, belli bir toprağın üzerinde yaşamak yani varolmak nedeniyle otomatik olarak politik kabul edilir ve genel oy hakkı bu varsayımın en somut halidir. Elbette bireylerin politika yapma hakları bir sürü yasa ile mümkün kılınır ama bunun en çok göründüğü an elbette seçimlerdir. Bu esasında güçlü bir ilüzyondur çünkü, bir kere o ülkede yaşayan bir sürü insan başından bu sürecin dışındadır

sosyal bilimlerin ergenlik hastalığı

türkiye’de sosyal bilimin ergenlik hastalığı, çok-şey-söyleyip-hiçbir-şey-söylememeyi-bir-şekilde-başarabilmek hastalığıdır. Bu hastalığı tespit etmek oldukça kolay. Eğer aşağıdaki ifadeler bir makalenin sonuç bülümünde çok fazla görünüyorsa, o makalenin yazarı bu hastalıktan muztarib demektir: - yeniden üretim süreci - eklemlenme süreci (genel olarak “sürec” ifadesi cok kullanılmamalı) - gündelik iktidar ilişkileri - sermaye birikim süreci - bütünsellik/bütünlük - çelişkilerden oluşan devinim halindeki gerçeklik (bu favorim) - ilişkisellik vs. Elbette sorun kendi başlarına bu ifadelerde değil. Sorun bu kavramların bir konuyu aydınlatma amacıyla kullanılması, ama çoğu zaman hiçbir analitik fonksiyonunun olmamasıdır. Yani yazar pek çok zaman bu kavramlara konunun gerçekten karmaşıklığını dikkat çekmek için başvurur ama bunun kendisi bir açıklama değildir, olsa olsa bir “remark” olabilir. Bence iyi sosyal bilim bir konunun karmaşık olduğunu söylemenin bir argüman olmadığını anladığımız y

aysun kayacı (cont'd)

aşağıdaki tarihi açıklama aysun kayacı’nın demokrasi ve çobanlarla ilgili yaptığı açıklamadan sonra hayli yol katettiğini açıkça gösteriyor. aynen naklediypruz: "Geldim… Aç gözlü patronlar yüzünden canlar karanlıklara gömülüyor, sokaklar harp alanı gibi, genç kızların cinsellikleri tv’lerde suistimal ediliyor reyting uğruna ve aynı reyting uğruna bu toplumun ihtiyacı olan örnek insanlar canlı yayınlarda sınanıp madara edilmeye çalışılıyor. Ve en önemsizi ama bu mailin konusu olan ben, sadece gönül verdiği dört yıldır; dizi setlerinden, uykusundan, yemeğinden, sevdiklerinden arttırarak kazandığı şeyle, tarihle ilgilenmek isteyen, magazine artık malzeme olmak istemeyen ben.. Ne tur insanlar magazin muhabiri yapılıyor bilmiyorum ama onlar da sunu bilmiyor; Eğitim dili aynı olduğu sürece akademik dünyada herkes her yerde eğer kabul görürse istediği dersi alabilir. Bilim doğası gereği paylaşılır.. Bu “Harvard” etiketini gözlerinde fazla büyüttüler ve beni çileden çıkarttılar. Önemli ol

vicdan

ahlak üzerine çok şey söylenmiştir herhalde, ve ben bu konuda çok da düşünmüş bir kişi değilim. ama şunun farkına vardım: ahlakın olmadığı yerde politika da olmaz. vicdanın olmadığı yerde en doğru söz gevezeliğe dönüşüyor. further readings: 1. Ramonet, “Castro ile Söyleşi” 2. Yıldırım Türker’in tüm yazıları 3. ‘48 Elyazmaları’ndan ilgili bölümler 4. Orhan Kemal’den bir iki öykü vs…

solun akp eleştirisi: bir öneri

Erdoğan’ın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmanın çok açık şekilde gösterdiği şudur: AKP’nin siyasi programı büyük ölçüde 1990’ların eleştirisine dayanmaktadır. AKP özgürlükler, terör, ekonomi gibi başlıca konularda bütün tezlerini 1990’larda Türkiye’de yaşanan deneyimin eleştirisine oturtmaktadır ve bu konuda rakipsizdir. İki sorun var. Birincisi, AKP hükümetinin 7 yılı dolmasına rağmen bu tür bir eleştiri üzerine bina edilen siyasi bir çizginin hala canlı ve etkili olabilmesidir. İkincisi, AKP’nin kabul etmek gerekir ki bu konuda siyasetin ana aktörlerine bakıldığında yalnız ve rakipsiz olmasıdır. Siyasal aktörler arasında AKP dışında 2001 sonrasında oluşan kimse yok. Üstelik CHP, MHP ve genel olarak Kürt siyaseti bu yıllarda hepsi önemli siyasi roller üstlenmiş hareketler. Dolayısıyla AKP’nin etkin bir şekilde yürüttüğü eleştirinin şu ya da bu açıdan doğrudan muhatabı olabiliyorlar. Bu siyasi çizginin eklektik, tutarsız ve çoğu zaman popülist özellikler taşıması ya da pek

buharin

ulisas Necip Mahfuz`u dinleyip biraz buralardan kacmak icin Nil kiyilarina dogru yol alip misir`in bir cehennem mi yoksa bir cennet mi olduguna anlamaya calisacak (“bu cennet bu cehennem bizim”)… ama once solik`in yolactigi cagrisimlardan birkac not… hobsbawn`in, saniyorum tuhaf zamanlar`da, neden komunist partisini hic terkemedigi sorusuna verdigi tuhaf bir yanit vardir. orda 1930`larda, cambridge`de de olsa, komunist olan insanlarin her seyden once bir hulyaya baglandiklarini anlatir. `56’nın bile bu hulyayi yok edemedigınden bahseder. elbette hobsbawm`in gizledigi, kendine ozgu bir snobluk gibi, baska nedenleri de olabilir bunun, ama bir haklilik payi var dediginde. gercekten de insanlik tarihinin bir yuz elli yillik kesitinde bir kisim insan toplumun butunu icin esitsizliklerin ortadan kalktigi, sabah kalkip balik tutup sonra ogleden sonra da resim yapip aksam raki icebilecegimiz bir dunyanin hayaline, gercekten de garip bir hayale kapilmislardir. bu anlamda sosyalizm, esasinda bir

kürt açılımı- cont'd

Hiç olmasaydı daha mı iyiydi acaba dedirtecek bir noktaya gidiyor. Bir siyasi açılım nereye gittiğine/gidebileceğine dair bir fikir olmadan, allaha emanet, başlatılır mı? Son olaylar hükümetin aşırı iyimserlik ve özgüvenle malul bir görüş sorunu olduğunu gösterdi. Bütün olanlara tutarlı bir anlam yüklemek mümkün değil. İyimserlik ve özgüven akp’nin son 7 senedir siyasette tekel oluşturmuş olmasından geliyor. hükümet etmek değil mesele, tartışmanın terimlerini belirlemek, bunu başardılar. Ergenekon davası bu özgüveni pekiştirdi. Laik kesimdeki gitgide cinai bir noktaya varan siyasetsizlik ve tepkisellik ise bu özgüvenin bir sorun oluşturabileceği gerçeğini gizledi. Kürt sorunu asker sorunu kadar kolay idare edilemiyor. bunu anlayamadılar. karşılarında bir siyasi hareket var, tanıyamadılar. 2005 esintisinin ötesine geçemeyecek demiştim, ama bir trajediye dönüşmeye başladı. Yolların ayrılmasına hiç bu kadar yakın olmadık… duygusal ve siyasal olarak. kafa aynı kafa: demokrasi (komünizm, mi

pamuk'un samimiyeti

Kar ve İstanbul’unu okudum ve sunu söyleyebilirim: Pamuk samimiyeti konusunda ikna edemiyor. Anlamıyor anlıyormuş gibi yapıyor, bilmiyor ama düşünüyormuş gibi yapıyor. Bunları zengin bir tekniği kullanarak ama onları gizlemeden yapıyor. Bakın nasıl da yazıyorum diye bu kadar bağırılır mı? Biz Pamuk’un annesi değiliz ki, “ben yazar olucam” diye bize çıkışabilsin (bkz. İstanbul son sayfa). Ayrıca Pamuk Avrupalı okuyucuya hitap eden ticari bir tekniği benimseyerek Türkiyedeki okuyucusunu kaybediyor. İnsan, bu kadar çalışkan ve yetenekli biri, yazarlığa değil de, sadece yazmaya kafayı taksaydı, daha iyi olurdu diye düşünmeden edemiyor. Bir süre sonra Pamuk’un kitapları kitapçılarda edebiyat bölümüne değil de, Türkiye ile ilgili tanıtım kitaplarının yanına konulacak. yazık ki ne yazık…

solik

Solik üzerine yazmamak olmaz, çünkü bu örneği az bulunur anılar sovyet tarihini anlamak için esi bulunmaz bir kapı açıyor. Bize anti-komünist hezeyanlardan ve kuru sovyet propagandasından uzak müthiş canlı sosyalizm tanıklıkları anlatıyor. Solik’in gözünden, daha 16 yaşında kendini savaşın ortasında Rusya’da bulan, bu uyanık, zeki, dürüst ve sosyalizme inanan gözlemcinin gözünden Sovyetlere bakıyoruz. Solik kendini önce sibirya’da sürgünde (bir buçuk polonya’lı ile birlikte), sonra kızıl orduda (politik komiser yardımcısı olarak), ve sonra da gulag’da buluyor (cok para harcadığı için alman ajanı olmakla suçlanıyor). işin sonunda inancını yitirmese de, sosyalizmin o kadar da kolay iş olmadığını anlıyor. Cok sey var solik’in anlattığı; mesela, sovyet yöneticilerinin nasıl da ekoonmiden anlamadıklarını, daha o zamandan planlı ekonominin yanında nasıl da kocaman ve herkesin gözü önünde bir karaborsa ekonomisinin yükseldiğini, yirmi yıllık sosyalist ekonominin nasıl da vatandaşa pazar ekon

bir oneri

neo-klasik iktisadin dogasinda bir koktencilik var. yani sadece bir teoriden ibaret degil, bir tur teorisizm yaratiyor. bu tur iktisatcilar, yani gunumuzdeki iktisatcilarin cogu, ciddi iktisat problemlerini “market failure” diye isimlendiriyorlar. yani olan biten teoriye uygun olmayan sapmalar. bu aslında bir zamanlar solda cok yaygin olan ekonomizmden cok farkli degil. bi anlamda simdiki pek cok iktisatciyi en vulgar materyalistler olarak gorebilirsiniz. (eski bi hocam, douglas north`un bi stalin hayrani oldugunu soylemisti. ilginc bir not!) neden boyle? ornegin sosyoloji ya da antropoloji kendi yontemine bu kadar tapmiyorken iktisatcilar neden bu kadar bagnaz ve kucumseyici? aslinda benzer bir arrogance`i bazi marksist akademik cevrelerde de goruyoruz. saniyorum benzerlik dogmatizmin duzeyi ile ilgili. benim bi onerim var: herkes yaptigini cok ciddiye alsin, ama kimse yaptigina o kadar inanmasin. cok mu naif bi oneri? evet gercekten de oyle… ayrica iktisadin buyume sevgisi icin Kola

gerçekten sonuna mı geldik?

Ruşen Çakır’ın 90’ların başında yayınladığı solcu aydın ve politikacılarla söyleşilerden oluşan bir derleme kitap vardı: Sol Kemalizme Bakıyor. Yanılmıyorsam orada Ertuğrul Kürkçü “nihayet sonuna geldik” gibi bir yorum yapıyordu kemalizm için. İşin ilginci bu yorumu tekzip edercesine, aradan 7-8 sene geçtikten sonra 28 şubat geldi ve kemalizmin yeniden yükselişine tanıklık ettik. Şimdi yine kemalizme yöneltilen bir haçlı akını var. Soru şu: Bu sefer gerçekten mi sonuna geldik? Şöyle de sorabiliriz, bugun toplumun “zinde kuvvetler” kimler ve bunlar, yani gelecek 10-15 senenin politikasını şekillendirecek olanlar, su ya da bu nedenle kemalizme ihtiyaç duyacaklar mı? bugün defans konumunda kentli geleneksel orta sınıflar toplumun geri kalanına hitap etmenin bir yolunu bulabilecekler mi? Üzerinde düşünmeye değer sorular.

"productive forces? fine, let us develop them."

Genç bir Rus askerinden erken dönem sovyet tarihi yorumu. Basit ve özlü bir eleştiri. Buzlar Çözülürken’in de habercisi sayılabilir: 'Unfortunately the Russians and Bolsheviks too are great specialists in suffering. This time it is in the name of collective progress and productive forces while with the Cossacks the competition is strictly individual. I am a member of Komsomol, sure, not that I want to become a millionaire in the land of Soviets. We have gone beyond that sort of thing, but I am sick of sacrificing myself for the happiness of my grandchildren. Productive forces? fine. by all means. Let us develop them, but in such a way that we get benefit from them right now and without discrimination. For if we do not, I have my own five-year plan for the progressive elimination of suffering from my life'. 'But Kola, we are at war. What plan are you talking about? Tomorrow we could be killed', I say. 'If you place yourself in such an apocalyptic perspective, clearly

the sea, the sea

gribin beni yere serdiği 3-5 gün “the sea the sea” yi okuyarak geçti. charles ünlü bi tiyatrocu ve yönetmen. Emekliliğini geçirmek için güney ingiltere’nin bir sahil köyünden denizin kıyısında bir ev alıyor. nihayet oyunla geçen yılların ardından sükuneti ve huzuru bulacak. ama o da ne, bu köyde ilk aşkı ile çocukluk aşkı ile karşılaşıyor. Hartley onu daha 18 yaşında terketmiştir, ve charles’ın hayatı bunun etkisinde geçmiştir. pek çok kadını parmağında oynattı, ama bu kayıp aşkın ruh kırıklığını tamir edemedi. bu yüzden hiç evlenmedi de - en azından bize bunu söylüyor. Peki bu tesadüf mü. Aradan bir ömür geçecek ve Hartley’in de bu küçük köyde yaşadığını öğrenecek. Elbette değil, bu kadarı tesadüf olamaz. Üstelik Hartley hödüğün biri ile evli ve mutsuzdur ve üstelik çocuğu da evden kaçmıştır. Herşey çok açık: Hartley Charles’ı terketti ama bundan hep pişman oldu, ancak sonra aşık olmadığı biri ile evlendi. Ve nihayet hala birbirine aşık olanlar hayatlarının geri kalanını birlikte geçi

çocukken

Biz çocuktuk, televizyonda aydın güven gürkan konuşuyordu, ya da ercan karakaş ya da hikmet çetin ya da fikri sağlar, ne farkeder, o eski shpliler hep aynı değil miydi zaten? gür bıyıklı, aydınlık bakışlı, güleç yüzlü. güzel insanlardı sanki. çocuktuk ve bize öyle gelmişti. özalın hacıağa kılıklı, kırmızı yanaklı, göbekli, üç kağıtçi tipli bakanlarına (hasan celal güzel mi yoksa?) kıyasla shp’liler mahallenin akıllı uslu geleceği parlak çocuklarıydı sanki. çocukken bağdat’ı canlı yayında bombalıyorlardı biz kahvaltı ederken. özal o zamanlar pek sevilmiyordu. inönü vardı sonra ama ne olduğunu anlamamıştık, boyu uzundu ve garip şakalar yapıyordu. Biz cocuktuk ve sonra pazarları akşam sokakta top oynamaktan gelirdik, ama eve ödev yapmak için değil. bizimkiler izlenecek, sonra spor stüdyosu, sonra banyo ve ödevler yapıldı mı telaşıyla yatak. annemiz şimdiki anneler gibi değildi, ödevlerini yaptın mı diye sormazlardı? çocukken biz, odevini yapan yapardı, adam olacak çocuk olurdu, zorla güz

Çulhaoğlu haklı mı?

Çulhaoğlu haklı, solun kalıcı ve onemli bir yol ayırımında olduğunu söylüyor: Demokrasiyi kendi başına anlamlandıranlarla bunu marksizmin daha genel çerçevesi içinde görenlerin yolları ayrılıyor. Çulhaoglu: Bolunme ve ayrışma Özeti şu: 1960’ların sonunda tartışma “sosyalist devrim”cilerle “demokratik devrim”ciler arasındaydı. 1980’lerde devrimcilerle reformcuların yolları ayrıldı. Şimdilerde ise demokratlarla sosyalistlerin yolları ayrılıyor. Siyasete özgürlükler penceresinden bakanlar bir yanda, 60-80 arası oluşmuş belirli bir tip sosyalist anlayışın çerçevelediği radikal siyaset ekseninden bakanlar diğer yanda. Ancak sorun şu: Bu ayrışmanın toplumda karşılığı olan anlamlı siyasal dinamiklere yol açması isteniyorsa sosyalistlerin epey bi uğraşması gerekecek. Sözgelimi halkın demokrasi diye bir sorunu olmadığını, “askeri vesayet rejimi” belirlemesinin fanteziden ibaret olduğunu ya da kimsenin Kürt sorununu takmadığını iddia edeceklerse daha onlarca yıl beklemeleri gerekecek. Biraz sa

how do you know?

Milton Friedman hep bu soruyu sorarmis. Mc Closkey de `yazdiginiz her paragraf icin bunu sorarsaniz iyi akademisyen olursunuz, her cumle icin sorarsaniz buyuk akademisyen olursunuz` diyor. Dusunerek yazin diyor, yani, iskembeyi kubradan sallamayin.

tkp`nin anlayissizligi

kemal okuyan tkp`ye kemalizm konusunda gelen elestirileri yanitlamis. Burjuva devrimleri konusundaki geleneksel tkp yaklasimini yinelemis. Ancak iki ilginc nokta var: 1. Kemalizme bu kadar anlayisli bakan tkp`nin konu tepki gosteren solculara, ya da `devrimci` lafina kizan kemalistlere gelince bu kadar anlayissiz olmasi garip degil mi? Polemik denilip gecilebilir. Ama Tkp`nin de soylediklerini kulak veren gene bu insanlar. Okuyan`in uslubu iletisim kurmaya calisan bir uslup degil, “Tayyip” uslubu, kiziyor, akil veriyor… kisaca, onem vermiyoruz diyorsaniz, o zaman yazmayin kardesim. Ustelik politika niyetlere degil algilara gore yapilir cogu zaman. TKP cogunlugun ciddiye almadigi, alanlarin da kiyasiya elestirdigi bir kemalizm siyasetinde israr ederek hata yapiyor. Tkp`nin en azindan gecen 5-6 yilin hesabini vermesi gerekmez mi? 2. Okuyan en azindan sunu gormeli: kemalizm meselesi insanlarin tarihsel bir mesafeyle baktigi bir konu degil. Cok guncel, hassas, siyasal cagrisimlari cok guc

zaman disiplini

Bakiniz salinin sallanmasi, carsambanin carsafa dolanmasi evrensel bi olaymis: "This general irregularity must be placed within the irregular cycle of the working week (and indeed of the working year) which provoked so much lament from moralists and mercantilists in the seventeenth centuries. A rhyme printed in 1639 gives us a satirical version: You know that Munday is Sundayes brother; Tuesday is such another; Wednesday you must go to Church and pray; Thursday is half-holiday; On Friday it is too late to begin to spin; The Saturday is half-holiday again.” from Time, Work-Discipline and Industrial Capitalism by E.P.Thompson

tkp'nin açılımı: siyasetin sefaleti

tkp’nin 30 ağustos bildirisini okur okumaz birşey yazsaydım biraz sert olabilirdi. Sindirmek zor oldu. daha once kemalizmin cenaze namazı kılınıyor, yalçın küçük de tabutu taşıyor, ne acaip, diye yazmıştım. Demek küçük yalnız değilmiş, yanında başkaları da varmış. Uzun boylu cumhutiyet analizlerine gerek yok. bu “cumhuriyete sahip çıkma” açılımının arkasında basit bir neden var: TKP’nin bunun dışında bir şey yapacak ne enerjisi ne de fikri var siyasetle ilgili. Bir süre patinaj yaptılar, 3-4 senedir de geriye gidiyorlar. Üstelik kemalist olmadığı halde, kemalistlere kur yapacak kadar sefil bir siyasi açılım peşindeler. Çok basit, cumhuriyete sahip çıkacaksanız bile böyle olmaz, böyle yapmayın. isminde komünist olan bir partinin “başkomutana selam” yollaması kulağa garip gelmiyor mu? Daha iyimser bir yorum tabi şu olabilir: aydınlanmacılığın ve pozitivizmin tkp kadrolarının bir bölümü tarafından fazla ciddiye alınması. bu da efektif olarak bir sosyalisti kemalizme epey bir yaklaştırır.

Kurt acilimi

Acilim tam bir cikmaza suruklendi. herkes dis konjonkturun ne kadar uygun oldugunu anlatiyor, ama bakalim ic konjonktur o kadar uygun mu? akp firsati kullanmak istiyor ama turkiye o kadar bolundu ki, bunu yapacak hali kalmadi. belki baslangicta kurtlere birtakim haklar vererek bitireceklerini dusunduler ama is karmasiklasti. chp ya da mhp destegi olmadan akp`nin acilim sansi yok, dtp ile yalniz kalmayi kaldiramaz. bunun icin de chp-mhp destegi olmadan dtp otelenmek durumunda. diyarbakirdaki dtp operasyonlari bosa degildi. bu birinci secenek, ama sonuc gostermelik bir 2005 esintisinin otesine gecemeyecek. ikinci secenek chp-mhp destegiyle kurtlerle masaya oturmak. en azindan chp destegi elzem. ancak bu da ciddi hicbir noktaya dokunmamayi gerektiriyor. anayasa degismeyecek ve af cikmayacak. peki o zaman neyin acilimi olacak bu? ucuncu olasilik ise gene chp ya da mhp destegiyle, dtp ile konusmadan reformlar yapmak. dtp`yi muhatap almadan onlarin da taleplerini de kismen icerecek sekilde d

İran vs. Türkiye

İran’la Türkiye’nin (ve belki başka pek çok ülkenin) ortak noktası şu: Eğitimli, kentli ve iyi gelirli kesimlerin nüfusun gelir kalanı ile mesafesi çok açıldı. Türkiye’de kemalistler ve İran’da reformcular…. Bir orta sınıf krizi yaşıyoruz. Ancak bu tüm toplumun krizine, bir temsiliyet krizine dönüşüyor. Orta sınıfların geleneksel demokratik düzenlerde çok kritik misyonlar vardı, oysa ki. Temsiliyet krizi şu: Bu kesimler siyaset alanında gitgide daha az temsil ediliyor ve kendi temsilcilerini üretemiyorlar. Onyıllardır siyasetin dışında olmanın/kalmanın bedeli. Üstelik gitgide radikalleşiyorlar. Bunun sonu ne olacak? Çoğunluk egemenliğine dayanan plebyen bir faşizm mi, yoksa yoksulları ötekileştiren bir meritokrasi mi? Genel oy hakkı ve merkezi ulus devlet temelindeki birliktelik fikri tartışmaya açılacak mı? Bu basitçe zengin sınıfların re-kompozisyonu ve eski imtiyazlıların imtiyazlarını kaybetmesi değil. Elbette böyle boyutları da var, ama daha ötesi: Ulus devlette özetlenen siyasi v

Abdüllatif Şener

Şarapla ilgili çok şey biliyor ama tadına bakmamış. Siyaseti de çok iyi bildiği kesin. 20 yıldır reel politikanın göbeğinde, çok fazla fikri var. Ama bakalım siyaset yapabilecek mi? Boyunun kısa olması bir avantaj. 80’lerde Bolu’da Maliye’de hocalık yaparken solculardan çok şey öğrendi. Ve sanırım biraz etkilendi de. Siyasette ilkelere önem veriyor oluşu burdan geliyor olabilir. Sağın içinde düşüncelere dayanan siyaset yapmaya çalışıyor: Müslüman mahallesindeki salyangozcu hikayesi mi? Bekaroğlu’na benzetilebilir. İkisi de kendi mahallellerinin delisi olmaya oynuyor. AKP’den kopuşu artık rantiyecilik olarak yorumlanıyor. Ben emin değilim, hassasiyetleri var sanki. Parlak değil, ama ekonomi ile ilgili farklı şeyler söylemeye çalışıyor. Akademik esintiler güçlü. Düşünceler ortaya atıyor, ama kime sesleniyor belli değil? Akademisyenlere mi, milliyetçilere mi, yoksa teknokrat yönetim talep eden kentli elitlere mi? Ergenekondan sonra, o da uzlaşmadan bahsetmeye başladı. Ama kimin uzlaşmaya

Özal

Malum kör öldü badem gözlü oldu. Cemal Süreya’yı hatırlamanın zamanıdır: "Turgut Özal Petrolü olmayan ülkenin Yamani’sidir; onun sakalsızı, gözlüksüzü, soylu sayılmayanı, biraz da Yahudi. Yahudi bakışlı müslüman. Biraz da İngiliz Keynes’i okumuş, belli. Bunu herkes bilsin diye, her gün sokakları kazdırıyor. Ama hep aynı sokakları. Asıl işi inandırmak. Neye mi? Bizdeki erozyonun başka ülkelerin topraklarında alüvyona dönüşmesinin iyi bir şey olduğuna.” 1987

patates ya da kartol: "Demoralizing esculent"

Biz patates diyoruz, Avrupa dilelerinin pek çoğunda da benzer kelimeler var, İspanolca’daki “patata”dan geliyor. Patatesin doğduğu yerde, Latin Amerika’da genelde “pata” ile başlayan kelimeler var, her bir türü için farklı tabi… Ancak slav dillerinde genelde “kartul” deniyor, wikipedia İtalyanca’dan geldiğini iddia ediyor. Kürtçe’de de “kartol” denmesi beni şaşırttı. Nitekim slav dilleri ile pek alakası yoktur Kürtçe’nin. Ninem bana bazen “poz kartol” derdi (patates burunlu), burnumun ucunun biraz toparlak olmasına binaen:) Patates sadece patates değil gerçekten!! Dünyanın en çok üretilen dördüncü yiyeceği. İlk üçü: Buğday, pirinç ve mısır… Latin Amerika’dan geldi, ama sanayi devrimi ve dolayısıyla modern dünya varlığını ona borçlu, çünkü bu kadar bol, ucuz ve aynı zamanda besleyici bir bitki olmamıştı. Nüfus artışı, bu nüfusun beslenmesi, insanların topraklarından atılıp sanayi için reserve labor haline gelmesi, kıtlıkların etkisinin azalması hep onun sayesinde oldu. Latin Amerika’nın

Biz kimiz?

Malum kemalistler, biz kaç kişiyiz, diye soruyorlar. Haklılar da, ne oldukları belli, sadece sayılarını merak ediyorlar. Peki sosyalistlere ne demeli? Onların ne oldukları belli mi? Bir açıdan evet, yüzlerce yıllık geleneğin temsilcileri olarak var bir sürü nitelikleri. Belki haddinden fazla… Peki sosyalistlerin somut, açık, herkesin anlayabileceğ, anlamasa da olumlu ya da olumsuz bağ kurabileceği bir kimliği var mı? Sanırım yok. O yüzden de, biz kimiz, diye sorma vakti… Express bir süre önce, Hrantın cenazesindeki kalabalığın fotoğrafına, biz nerdeyiz, sorusunu iliştirmişti. O da anlamlı bir soruydu. İki sene kadar once Ignacio Ramonet Fidel’le uzun bir röportaj yaptı ve bu yayımlandı. Röportajın en ilginç yanı Fidelin, bu yaşlı adamın, biz kimiz, sorusu üzerine son derece yenilikçi, cesur bir şekilde düşünmesiydi. Saplantıdan, sabit fikirlilikten, sekteryan takıntılardan eser yoktu… Hararetle tavsiye olunur…

Mustafa üzerine

Yeni Film, Sayı 17’den: "Can Dündar Atatürk’ü kendi anladığı biçimiyle anlatmak istediğini söylüyor. Herkesin kendi Mustafa’sı var, bu da benimki; en başta çocuklarımızın, gençlerimizin Atatürk’ü bir mit olarak değil, insani yönleriyle de tanıması, ve hatta onunla arkadaş olması lazım, diyor. 12 Eylül bizi Atatürk’ten soğuttu, onu tekrar kazanmamız lazım, diyor. “Peki neden Mustafa” sorusuna ise, Küba’da "Fidel" diye bağıran, liderlerine kendi ismiyle bağıran kalabalıklardan esinlendiğini söylerek yanıt veriyor. Castro Fidel olabiliyor, ama Atatürk’ten Mustafa çıkar mı? Soru bu. Önce Can’ın Mustafa’sına bakalım (o hiç Dündar olmadı ki, hep Can’dı zaten!) . Konu Mustafa, yani “insan Atatürk” olunca, çocukluğundan başlamak elzem. Böylece yıllardır resmi tarihin sustuğu yerde, Can başlıyor Mustafa’yı anlatmaya. Çocukluğunun bilmediğimiz yönlerine bir yorum getiriyor. Zaten bildiğimiz kısmı tevatürden ibaretti, Can biraz daha sofistike bir yorum yapıyor. Yetim, okuldan

açık pozisyon

her ne kadar bitiremesem de, “taze taze” listesine eklediğim, “açık pozisyon” isimli kitabı tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. kitap 1990’larda kimi bankaların hazine bölümlerinde çalışmış, giderek genişleyen finans piyasasının altından girmiş üstünden çıkmış birinin anı-değerlendirmelerini içeriyor. ancak bunu türkiye’de pek yaygın bir yazı türü olduğunu söyleyemeyiz. insanlar herhalde emekli olmadan ya da ondan sonra bile iş hayatları ile ilgili samimi düşüncelerini yazmak istemezler. yazar müstear isimlerle bu sorundan kurtulmuş. işin sosyolojisine merak duyanlar için hayli ilginç. yırtık/zeki/matematiği kuvvetli gençler, hırslı bankacılar, patronlar, patronların güvenilir adamları ve daha pek çokları. zekasını paraya çevirenler… elbette asıl kazananlar patronlar oluyor, ama elbette kırıntılarını da bu parlak gençlerle paylaşıyorlar. yazar kendi kuşaklarının ne 68’ kuşağı gibi “heyecanlı”, ne de sonraki kuşaklar gibi de “kendine yabancı” olduğunu, ama “adam olmaya çalıştıklarını”

aysun kayacı haklı mı yoksa?

ya aysun kayacı için herşey söylenebilir de, malum oldu kıza galiba. benim oyumla, çobanın oyu aynı mı olacak yani, diye mızmızlandığında küçümsedik. ama hata yapmışız. ne kadar çok oysa böyle düşünenler. ben en parlak okullarda sosyal bilim okuyan iki arkadaşımdan benzer şeyler duyunca oturup düşündüm valla. biraz da korktum. yani kimse açıkça söylemiyor da, bi şekilde anlıyosunuz. yani kesin konuşmayayım ama böyle düşünen okumuşların sayısı memlekette geometrik olarak artacak gibime geliyor… ne olacak bu demokrasinin hali diye sorasım geliyor? bu millet bol geliyor, dar geliyor derken, sıkılıp atacak mı bu gömleği üzerinden? sadece soruyorum, ben liberalizm, modernizm kılıklı bu otokratik eğilimleri çok ciddiye alıyorum artık…

iki fotoğraf...

birincisi, çocukluğumuzun gür bıyıklı aslan sosyal-demokratlarından ercan karakaş’ın kös kös chp’ye dönmesi, her seçim sonrası, her chp mağlubiyetinde, kollarını sıvalı poz veren o eski shp’lilerin oynadığı farsın sonunu işaretliyordu. o da belli ki ümidini kesmiş, yaş kemale ermeden bi işin ucunu tutayım, dedi. diğeri, geçen gün tv’de gördüm, o anşı şanlı, son kırk yılın baba isimlerinden mümtaz soysal’ın şaşkın ve sesi titrek haliydi: askerler darbe yapmayı düşünebilir, ne var bunda, kötü birşey ama suç değil, diyordu. nerden nereye… yanında ise şimdinin liberal gevezelerinden, nihayet muktedirlerin gücünü arkasına almış biri bağıra çağıra konuşuyodu üstelik. eski mümtaz soysal olsa ona haddini bildirmez miydi? bi yalçın küçük kaldı bağıran çağıran. o da cenaze namazı kılınan kemalizmin tabutunu sırtında taşıyor gururla… küçük biraz zamanlama hatası yapmadı mı sizce de? bence herkes can dündar’ı can kulağıyla dinlemeli, ve mustafa’yı aklında değil kalbinde taşımaya razı olmalı…