Erdoğan’ın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmanın çok açık şekilde gösterdiği şudur: AKP’nin siyasi programı büyük ölçüde 1990’ların eleştirisine dayanmaktadır. AKP özgürlükler, terör, ekonomi gibi başlıca konularda bütün tezlerini 1990’larda Türkiye’de yaşanan deneyimin eleştirisine oturtmaktadır ve bu konuda rakipsizdir.
İki sorun var. Birincisi, AKP hükümetinin 7 yılı dolmasına rağmen bu tür bir eleştiri üzerine bina edilen siyasi bir çizginin hala canlı ve etkili olabilmesidir. İkincisi, AKP’nin kabul etmek gerekir ki bu konuda siyasetin ana aktörlerine bakıldığında yalnız ve rakipsiz olmasıdır. Siyasal aktörler arasında AKP dışında 2001 sonrasında oluşan kimse yok. Üstelik CHP, MHP ve genel olarak Kürt siyaseti bu yıllarda hepsi önemli siyasi roller üstlenmiş hareketler. Dolayısıyla AKP’nin etkin bir şekilde yürüttüğü eleştirinin şu ya da bu açıdan doğrudan muhatabı olabiliyorlar.
Bu siyasi çizginin eklektik, tutarsız ve çoğu zaman popülist özellikler taşıması ya da pek çok açıdan karşına aldığı siyasi hareketlerin üslubuna yakınlaşması bir şeyi değiştirmiyor. Evet, şurası doğru, AKP’nin özgürlükler konusundaki tavrı Erdoğan’ın deyimiyle, hasbi değil ‘hesabidir’, demokratlık konusunda AKP diğerlerinden aşağı kalmayan otoriter özellikler göstermektedir, ve AKP de diğerleri gibi zengin bir yönetici elite dayanmakta ya da bir elitin oluşumunun bir parçasına dönüşmektedir.
Ancak bütün bunlar AKP’nin yürüttüğü çizginin etkinliğini ve özgünlüğünü gizlemiyor. Bu parti siyasetin gündemini belirlemekte, rakiplerini çoğu zaman defans konumuna itmekte, siyaseten dinamik bir görüntü vermektedir. Bunu yaparken kullandığı araç, toplumun belleğinde hala capcanlı duran 90’lı yılları değerlendirmekten başka birşey değildir. Bütün bu çabanın toplumun azımsanmayacak bir kesimi tarafından ciddiye alındığı ve kabul edildiği ise bir gerçek. Ve üstelik bu kesim bugüne kadar kim ne derse desin siyasette kendini merkezde konumlandırmış bir kesim değil.
Buna karşın, solun AKP’yi neo-liberal politikalar konusunda karşısında yer almasında, demokrasi konusunda daha samimi olmaya davet etmesinde ya da Ergenekon’u 12 Eylül’ü gündeme getirmek için kullanmaya çalışmasında elbette yanlışlık yok. Bütün bu bağlantılar doğrudur, ancak buradaki soru şu: AKP’yi eleştirmenin en etkin yolu bu mudur? Elbette burada entellektüel değil, toplumda karşılığı olan ya da olacak bir eleştiriden söz ediyoruz. Şöyle ki, sol özgürlükler konusunda AKP’yi köktenci olmaya davet ettiğinde hem o gündemin içine hapsolmakta hen de kimsenin hazır olmadığı bir zorlamayı talep etmektedir. Ekonomi konusunda yapılan piyasa eleştirisi ise açıkça somut ve açıklayıcı olmaktan uzak kalmaktadır.
Burada benim söylemek istediğim şudur: Ergenekon’dan 1950’lere kadar uzanan bir derin devlet eleştirisi çıkarmak ya da ekonomik sorunlardan 12 Eylül sonrası başlayan liberalizasyon politikalarına gitmek, şu ana kadar solun denediği ancak başarılı olamadığı bir yoldur. Belli ki bu toplumun enerjisi ancak bir on yıl gerisine gitmeye yetebilmektedir. Toplumun geniş kesimlerinin nefesi, ne İttihat Terakki’yi ne de Gladyo’yu tartışmaya ne de özelleştirmeleri sorgulamaya yetmektedir. Ve muhtemelen bugünkü kavgaların başdönmesi geçinceye kadar da olmayacaktır.
Bu durumda yapılması gereken açıktır. Türkiye’de sol adına siyaset yapmaya çalışan insanların, hatta genel olarak yeni herhangi bir tür siyaset üretmeye çalışan herkesin, kendilerine konu olarak son 7-8 senede olup bitenleri seçmelerinde, yani aktüaliteye yoğunlaşmalarında fayda olacaktır. Bu konuda konu sıkıntısı olmadığı da herhalde açıktır. Tuzla bir ölüm kuyusuna dönmüşken, kot taşlama işinde çalışan gencecik insanlar ciğerlerini çürütmüşken ya da tarım sektörü çok uluslu şirketlerin at oynattığı bir yere dönmüşken aktüel konular bulmak ve bunları siyasal mücadelenin konusu haline getirmek hiç zor olmasa gerekir. burada elbette sorun sadece konu bulmak da değil. eğitimden sağlığa, işçilerin çalışma koşullarından genel olarak demokratik katılıma pek çok alanda AKP çoğunlukla o temsil ettiği zengin elitleri temsil ediyor ve otoriterliği nedeniyle çözümler bulmayı engelliyor. Alın size kentsel dönüşüm ya da galataport.
Üstelik aktüel konularda birşeyler söylemenin daha verimli olduğunu örneğin geçen yerel seçimlerin sonucundan biliyoruz: İstanbul’da hükümetin kentsel dönüşüm pratiği kimsenin beklemediği bir şekilde sahil ilçelerindeki politik ortamı bir anda değiştirdi ve radikalleştirdi. Bu siyasetle ilgili açık bir mesaj değil mi?
Çok ilginç: Türkiye’de tonla sorun birikiyor ve bu sorunlar gelecek 10 yılın politikasını belirleyecek. Ama bizim gözümüz hala geçmişte.
Bu aralar “zinde kuvvet” lafını biraz sıkça kullanır oldum, düşününce biraz anlamlı da geldi. Aslında bununla demek istediğim “politik toplum”dan başka bir sey değil. Bilindiği gibi zinde kuvvet lafı 1960’ların siyasal jargonundan kalma. Belki geçmişi de vardır ama politikada etkili kesimleri, somut olarak da 60’ların Türkiyesinde ordu, gençlik, aydınlar ve belki o zaman için işçi sınıfının bir kesimini de ifade ediyor. Şimdi kimler bu zinde kuvvetler? Neyse… bu soru bi yana, siyaseti böyle düşünmek demokrasi dediğimiz şey her ne ise onun yarattığı bir ilüzyondan kurtarıyor bizi. Bu ilüzyon şudur: Her birey, belli bir toprağın üzerinde yaşamak yani varolmak nedeniyle otomatik olarak politik kabul edilir ve genel oy hakkı bu varsayımın en somut halidir. Elbette bireylerin politika yapma hakları bir sürü yasa ile mümkün kılınır ama bunun en çok göründüğü an elbette seçimlerdir. Bu esasında güçlü bir ilüzyondur çünkü, bir kere o ülkede yaşayan bir ...
Yorumlar