Ana içeriğe atla

buharin

ulisas Necip Mahfuz`u dinleyip biraz buralardan kacmak icin Nil kiyilarina dogru yol alip misir`in bir cehennem mi yoksa bir cennet mi olduguna anlamaya calisacak (“bu cennet bu cehennem bizim”)…
ama once solik`in yolactigi cagrisimlardan birkac not…
hobsbawn`in, saniyorum tuhaf zamanlar`da, neden komunist partisini hic terkemedigi sorusuna verdigi tuhaf bir yanit vardir. orda 1930`larda, cambridge`de de olsa, komunist olan insanlarin her seyden once bir hulyaya baglandiklarini anlatir. `56’nın bile bu hulyayi yok edemedigınden bahseder. elbette hobsbawm`in gizledigi, kendine ozgu bir snobluk gibi, baska nedenleri de olabilir bunun, ama bir haklilik payi var dediginde.
gercekten de insanlik tarihinin bir yuz elli yillik kesitinde bir kisim insan toplumun butunu icin esitsizliklerin ortadan kalktigi, sabah kalkip balik tutup sonra ogleden sonra da resim yapip aksam raki icebilecegimiz bir dunyanin hayaline, gercekten de garip bir hayale kapilmislardir. bu anlamda sosyalizm, esasinda bir gonul isidir. bu ruyanin daha onceki tarihi falsifikasyona aciktir, ama yakin tarihinden suphe etmemek gerekir.
her ne kadar bazilari bu hulyanin ya da parantezin henuz kapanmadigini iddia etseler de elimizde bu iddiayi kanitlayacak bir kanit olmadigi icin, parantezin kapandigini varsaymak da varsaymamak kadar mesru bir seydir.
netice de butun bu ruya, marksistler her ne kadar fransiz devrimini arada anmayi ihmal etmeseler de gercekte rus devriminde somutlanmistir. butun yuzyil boyunca dunyanin butun marksistleri mutlaka rus devriminin onemli sahsiyetlerinin tarihini kendi aile tarihlerinden daha onemli saymislardir. ulisas da bu ruyanin ucuna son takilanlardan olmak itibariyle cok da degerli olmayan zamaninin bir kismini lenini, trockiyi ve hatta stalini anlamaya calismakla gecirmistir. neyse ki ulisas bu sacma cabasini bir kan davasina (bkz trockistler) donusturecek kadar duygusal ve tarafgir bir insan degildir.
Ancak ulisas`in yeni anladigi bir sey varsa o da onun asil kahramaninin ne trocki ne stalin, fakat ve bizzat buharin oldugudur. bu gec kesfin nedenleri onemli ama buna sonra gelecegiz.
neden buharin? iki nedeni var. birincisi, buharin ancak `buyuk bir ihtiyat payi ile marksist sayilabilir`(bkz.lenin`in vasiyetnamesi) ve bu marksist olmanin kanimca en guzel bicimidir. ancak elbette marksistlik etiketini yapistiran `milli sef`tir; bilindigi gibi `ebedi sef` kendinin marksist olmadigini soylemiştir. Ikincisi, buharin devrimci, gercekci, ve humanist olmayi basarabilmis ender kisilerdendir. bir digeri de castro`dur. buharin samimidir, sosyalizme inanci kendisine olan inancindan fazladir. stalin-trocki meselesi ise kim ne derse desin eninde sonunda bir iktidar kavgasidir, ve bu nedenle de basit ve adidir. buharin herkesten fazla 150 yillik o hulyaya inanmistir ama bu ruyasi yasayan canli insanalarin acilarini gormezden gelmesine yol acmaz ve bu ozelligi ile kahraman olmayi hak eder. o yuzden de sovyet devrimi buharin`in stalin`e, `kola, why do you want me to die`, diye yazdigi noktada bitmis, yerini bir rus trajedisine birakmistir. elbette gercek olmaktan ziyade sembolik bir bitistir bu.
gelelim neden bunun ulisas tarafindan gec anlasildigina. nedeni, solda olmanin solun solunda olmaya haketmedigi bir itibar kazandirmasindan ibarettir. ulisas da etrafindakilere guvenen saf bir insandir. gercekten de solda olmak zaten bir trajedi iken solun solunda durmak esasinda bir komedidir. bu klise ifadeyi kullanmak istemezdim aslinda, ama ne yapalim ki, sonuna kadar neoklasik iktisatci olan bir alman profesorun `creative destruction`dan bahsetmesinin de dogruladigi gibi, hepimiz zaten marx`in paltosundan cikmadik mi?
evet, buharinin itibarinin az olusu sunun gorulmemesindendir: solun saginda olmak solun solunda olmaktan kesinlikle daha kotu degildir. son 50 yildir, turkiye de ve baska pek cok yerde marksistlerin goremedigi en onemli seylerden biri budur.
turkiye`ye gelince… ki gelmesek olmuyor… orasi melankolik solcularla reel politik sagcilarin memleketidir. melankolik solculugun tanimi, creative destruction`i anlamamalaridir. ulisas`in da bu notlarda ornekledigi gibi, `yaratici yikim` yapacak o kadar seyi oldugu halde sadece kendinin ve en az kendi kadar tuhaf birkac arkadasinin ilgilenecegi bir konuda yarim saat zaman harcamak, kesinlikle degildir. bu sadece bildigimiz destruction`dir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Berlin'de Yeni ve Eski Dalga

Berlin’de bir hayalet dolaşıyor: Türkiyeli yeni diaspora. Sevdikleri biçimde söylersek New Wave-Yeni Dalga’cılar. Bir de eskisi var elbette. Daha doğrusu, New Wave kendine yeni derken, kendinden öncekilere de eski demiş oluyor. Yeni diaspora Almanya’ya "ben senin bildiğin Türklerden değilim” diyor. Yeni Dalga eğitimli, genç ve hırslı. Eski Dalga da gençti, ancak Türkiye’nin köylerinden gelen genç köylülerdi. Bir zamandan başka bir zamana geldiler. Kimse umursamadı ama zamanı sırtlarında taşıdılar. Eski Dalganın sırtında kocaman bir kambur var, dışarıdan bakan sadece kamburu görüyor. İçerden görünen ise, Sivas, Çorum ve Varto. Yeni Dalga, aksine, zaman değil, mekan değiştirdi. Türkiye’nin millenial kuşağı Berlin’de aynı zamanı yaşadıklarını düşündükleri çocuklarla komşu oldular. Biraz daha geriye gidersek Yeni Dalga Erdoğan’ın Türkiye’sini önce beğenmedi, sonra şöyle bir silkeledi (Gezi’de), sonra da siyasetin doğuda pek kibar bir şekilde yapılmadığını farkederek, Türk

Eagleton: Marx neden hakliydi?

Prens Charles “O korkunc Terry Eagleton mi?” diye sormustu. Korkunc Terry’den olumlu anlamda “korkunc” bir marksizm savunusu. Keyifli bir pazar aksami okumasi. Marks hakli miydi, sorusuna bence en iyi cevabi bir edebiyat profesoru verebilirdi zaten. Sarki dinler gibi okuyun… 

Ahmet Kaya: Vallahi biz dostu özledik!

Malumunuz, ya da değil tam bilemiyorum, ama Ahmet bilmem kaç sene evvel bugün gitti. Umarım gittiği yerde yüce gök elinden kırık sazını almayacak, Bahtiyar’la oturup rakı içip türkü söyleyecek, Nazlıcan ve Bedirhanla geçmiş günlerden, eski sevdalardan, eski kavgalardan söz edecekler ve bir zamanlar birer keklik olup üzerinden süzüldükleri dağları yukardan izleyecekler. Kuşku yok ki, Ahmet’in ruhu bu cehennemde olduğundan daha huzurlu olacak, sigarayı beş pakete çıkaracak ama içindeki çocuk artık eskisi gibi tedirgin olmayacak. Peki Ahmet Kaya kimdi? Numaralandırmaya olan naif merakımı mazur görürseniz, sanırım şunlardan her biri, ya da hepsiydi: Tartışmasız ‘78 devrimcisi abilerine aşık bi adamdı. O ilk başta gördüğünde yadırgadığı İspanyol paçalı, kendine ‘arkadaş’ diyen adamlar kalbinden hiç silinmedi, ve hatta denebilir ki, aşkın ve sokakların o coşkulu çocukları aklını yarım, kalbini ezik bırakıp bağzı atlara binip öylece gidiverdiler ve geride delirmemek için kendini paralamak