Ana içeriğe atla

Mustafa üzerine

Yeni Film, Sayı 17’den:

"Can Dündar Atatürk’ü kendi anladığı biçimiyle anlatmak istediğini söylüyor. Herkesin kendi Mustafa’sı var, bu da benimki; en başta çocuklarımızın, gençlerimizin Atatürk’ü bir mit olarak değil, insani yönleriyle de tanıması, ve hatta onunla arkadaş olması lazım, diyor. 12 Eylül bizi Atatürk’ten soğuttu, onu tekrar kazanmamız lazım, diyor. “Peki neden Mustafa” sorusuna ise, Küba’da "Fidel" diye bağıran, liderlerine kendi ismiyle bağıran kalabalıklardan esinlendiğini söylerek yanıt veriyor.

Castro Fidel olabiliyor, ama Atatürk’ten Mustafa çıkar mı? Soru bu.

Önce Can’ın Mustafa’sına bakalım (o hiç Dündar olmadı ki, hep Can’dı zaten!).

Konu Mustafa, yani “insan Atatürk” olunca, çocukluğundan başlamak elzem. Böylece yıllardır resmi tarihin sustuğu yerde, Can başlıyor Mustafa’yı anlatmaya. Çocukluğunun bilmediğimiz yönlerine bir yorum getiriyor. Zaten bildiğimiz kısmı tevatürden ibaretti, Can biraz daha sofistike bir yorum yapıyor. Yetim, okuldan atılmış, annesi ile birlikte dayısına sığınmış Mustafa’nın “yitik yurt hayali”: Evini, babasını kaybetmiş çocuk, halkına bir yurt kuracak. Bu psiko-analitik yorum Mustafa’ya hep klavuzluk edecek.

Sonra gençliği, askerlik mesleğine adım atışı, sevgilileri, İstanbul hayatına kendini kaptırışı, ve parasızlığı. Ve en önemlisi hırsı. Zaman hızlı geçiyor, ve Mustafa gözlerimizin önünde büyüyor. Ama Can’ın Mustafa’sı sanki hiç büyümüyor, sanki o hep aynı Mustafa… Daha anasının karnından gelecekte Atatürk olacağı ve Can’ın hakkında film yapacağı belli olarak doğan Mustafa. Hırslı Mustafa, arkadaşlarını gelecekte hangi bakanlıklara atayacağını bile belirliyor, tabi şaka yollu. Gençliği savaş meydanlarında geçiyor. Yaşıtları ve belki eski dava arkadaşları İstanbul’da iktidar hesapları yaparken o savaş kazanıyor, savaş kaybediyor, biriktiriyor, hazırlanıyor… İşgal altındaki İstanbul’a geldiğinde bile, geldikleri gibi gideceklerini biliyor işgalcilerin. Ve ilk fırsatta Anadolu’ya halkına bir yurt kurmak üzere kaçıyor.

İlerde Mustafa yaşlanacak, dolayısıyla çocuklaşacak ve Can’ın dikkati tekrar çocuk/yaşlı Mustafa’ya dönecek. Artık kaderinin getirdiği yerdedir Mustafa. Bütün zaferler kazanılmış, hedeflenenler yapılmış, yaverine yıllar önce not ettirdiği hedefler bir bir gerçekleştirilmiştir. Türk modernleşmesinin yüz senede atamadığı adımlar, bir on senede hallolunmuştur. Öyle görünüyor ki, tarihin Mustafa’ya yüklediği sorumlulukların sonuna gelinmiştir. Daha fazla ne yapabilir? Bir ara yurt gezisine çıkıyor, sanki kaderini zorluyor, memleketin haline ahvaline bakıyor, kafası karışıyor belli ki, millet açlık sefalet içinde. Daha da içine kapanıyor. Sonra Hatay meselesi çıkıyor. Tekrar gerilla olmaya bile özeniyor bu çocuk/adam; Hatay’ı kurtarmak için. Ancak yorgun düşüyor Mustafa.

Kurtuluş Savaşı’ndaki Mustafa’yı anlatırken, Can resmi tarihten çok da ayrılmıyor. Ancak Mustafa’nın özel hayatından, Latife ve Fikriye ile ilişkisinden kimi parçalar serpiştiriyor araya: “Evet ebedi şefti, ama insandı da” demiş oluyor (Kendi ağzından “koskoca ordular idare ettim, iki kadını idare edemedim” dedirtmek kolay mı?). 1919’dan itibaren Mustafa olması gereken, ve zaten olacağı belli olan yerdedir. Halkına yurt kurmaktadır. İnatçı, cesur ve yalnızdır. Ancak yalnızlığı kalabalıkların önünde olmasındandır. “Her devrimci kadar”, diyor Can. Can’ın Mustafa’sı politikada da yalnızdır. Cumhuriyeti kurmuş, hilafeti ve saltanatı kaldırmış, ve küçük çaplı bir kültür devrimini başlatmıştır. Neredeyse tek başına. Arkadaşlarıyla yolları ayrılıyor, bütün hesaplaşmalarını yapıyor, sadece eski İttihatçılarla değil, ilkokulda yanağına tokat atan din hocası ile bile. “Neden ben onların seviyesine ineyim, onlar benim seviyeme çıksınlar” diyor taassup içindeki halk için. Yani biraz da Jakobendir bu açıdan. Can güncel politikayı yakalamak için araya, Kürt sorunu ile ilgili fikirler atmaktan da çekinmiyor: O Mustafa değil miydi, yabancı gazetecilere Kürtlerin yeni Anayasa’daki yerel mülki amirliklerle, zaten fiilen özerk olacaklarını söyleyen?

Evet Can’ın Mustafa’sı bu.

Can’ın özel hayat/kamusal hayat ayrımını aşmaya çabaladığını teslim etmek gerek. Tarif ettiği, her açıdan yalnız bir devrimcidir. Ancak şu da açıktır ki, Can da resmi tarihin düştüğü tuzağa düşmekten kurtulamıyor, belki de resmi tarihi kendine kerteriz noktası aldığı için: Atatürk’ün Mustafa olarak tarihini büyük ölçüde, Kurtuluş savaşının tarihi olarak tasvir etmek ve aynı zamanda tersi. Resmi tarih bunu doğallaştırıyor, devrimi doğruluğu tartışılmaz bir kişi etrafında somutlaştırıyor. Devrimin meşrulaştırılmasının tartışılacağı yer açık seçiktir, moral kaynağı bizzat Atatürk’tür. Can ise başka bir şey yapıyor: Mustafa’nın bir kişi olarak gerçekliği, sorunları ve karakteri, Türk devrimine rengini vermiştir. Onun yalnızlığı devrimin yalnızlığıdır. Onun hataları hepimizindir. Doğal, çelişkisiz ve tartışmasız değildir, ancak kendine bir yurt arayan halkın arayışı kadar masum, haklı ve kutsaldır. Resmi tarih için, Atatürk sevilmelidir, çünkü o hep en doğrudur; Can için de o sevilmelidir, her zaman haklı olmasa bile…

Can’ın Mustafa’sı kadercidir. Bu tefsirin dayanağı açık: Mustafa büyüyecek ve Atatürk olacaktır. Onun büyüyüp Atatürk olacağını bilmesek, hayatının hiçbir dönemini böyle yorumlayamayız. Dolayısıyla ortada bir anlatı var, destansı bir anlatı. Can’ın yönteminin en büyük sorunu bu: Geriye dönük ereksel bir okuma yapıyor. Mustafa’nın gerçek hayatını göremiyoruz, gördüğümüz bir kaderin takip edilmesidir. O yüzden Mustafa’nın çocukluğu ve yaşlılığı bir destanın ön ve sonsözüdür. Film, bir insanın hayatının değil, bir roman karakterinin kuruluşunu andırıyor. O yüzden de, her yönüyle ilginç ve önemli bir kişinin, hayatının gerçek dönüm noktalarını kendi hakikati içinde değil, ancak tarihin ona yüklediği dram içinde görebiliyoruz.

Mustafa gerçekten de bir devrimci olabilir. Hatta devrimcilerin kendileri de gerçek birer kaderci olabilirler. Ancak biz devrimcilerin bize anlattıklarına inanmak zorunda değiliz. Onların subjektivizmini aşıp bir büyük tarihi olayın, gerçek taraflarını, sosyal dinamiklerini, o tarafların yarattıkları anlatılara ve ideolojilere saplanıp kalmadan, üstelik onları da tarihselleştirerek anlatabilir, anlayabiliriz. O yüzden Can’ın Mustafa’yı bir devrimci-diktatör olarak sunuşu, zaman zaman kimi gerçeklere çarpmaktan kurtulamıyor. Turgut Özakman, Atatürk’ün daha 1920’lerde sanıldığı kadar güçlü olmadığını, Can’ın nekahat halinde tarif ettiği Atatürk’ün 1930’ların tek partili ama çok taraflı siyaset ortamının göbeğinde oluşunu vurguladığında haklıdır (1). Can’ın kurgu-Mustafa’sı tarihsel gerçeklere karşı ne kadar dayanıklı bilemiyoruz.

O halde, Can’ın kötü bir tarihçi olduğunu, ancak iyi bir yere pasmak bastığını ya da bir şeyler anlatmak istediğini düşünebiliriz. Ve bence böyle düşünmeliyiz.

Peki Can’ın anlatmak istediği nedir?

"Tam zamanıydı!". Can’ın filmine karşı pek çok kesimin verdiği tepki bu oldu. Mankenler, siyaset adamları ve emekli öğretmenler bu konuda uzlaştılar. Can tam zamanında yapmıştı bu filmi. Ancak, filmin galasının hemen ardından ortaya çıkan tereddütlü, bakalım-herkes-rengini-belli-etsin’ci tavır, yavaş yavaş tarafların netleşmesine yol açtı. İşte bir kesim bu "tam zamanı"cılar oldu. Sonra Türkiye-artık-bu-konuları-tartışabilmeli’ciler geldi. Diğer kesim ise Atatürk-nasıl-sarhoş-kadın-düşkünü-yalnız-ve-korkak-gösterilir’cilerden oluştu. Dolayısıyla filmin yapılmasının ilk iki kesim tarafından olumlu anlamda "zamanıydı", bahsi geçen son kesim tarafındansa olumsuz anlamda "zamanı mıydı?" diye karşılandığı söylenebilir.

Peki nedir bunu zamanında yapan?

Kemalizm açısından pek iyi bir zamandan geçmediğimiz açık. Burçlarında sadece-liberal ve islamcı-liberal kesimlerin açtığı yaralar daha taze duruyor. Üstelik bu Haçlı akını daha da devam edecek gibi. Cumhuriyetin kurucusu fikrine, onun ismine ve mitosuna, gönülden değil takiyeyle baktığına inanılan bir siyasi hareketin ve onun etrafında kümelenenlerin bu saldırılarına, cumhuriyetçi kitlelerin neredeyse dayandığı tek güç olan ordunun “darbe yapma meşruiyetinin” hayli yıpranması eklenince, ortaya bir panik havası çıkıyor. Tartışılan Kemalizmin moral kaynağıdır. O moral kaynağı bir süredir istendiği gibi çalışmamaktadır ve milletimizin bir bölümü yetim gibi hissetmektedir kendini.

İşte Can’ın yaptığı, bu moral kaynağını tazelemeye çalışmaktır. Ancak yaptığı Kemalizmin rönensansı olmaktan çok uzak. Can’ın Mustafa’sının bir ideolojik kimliğe, bir siyasete moral kaynağı olacak hali yok. Sadece biraz moral verebilir: Resmi tarihin, “her zaman doğru” Atatürk’üne karşı, “büyük devrimci” Mustafa. Büyük devrimcidir; o yüzden sevilecek, sayılacak. Kürt sorununu çözemedi, halkın dini duygularını küçümsedi, ve biraz da ilerden gitti; ama bize bir çağ atlattı, o yüzden de saygıyla anacağız. Can, bizi bunu kabul etmeye davet ediyor.

Mesele Özakman’ın 32. Gün’de söylediği gibi bir “ahlaki yaklaşıma” ihtiyacımızın olması. Bugünün dünyasında, batılılaşmanın, muhasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın, kalkınmanın, modernleşmenin bayrağı artık bundan 80 sene önceki ellerde değil. İlerleme ülküsü başkaları tarafından da paylaşılıyor, ve üstelik bunu yapmak için seküler filan olmak da gerekmiyor. Ilımlı İslamcılar ve beynelminelci liberaller bu ilerleme bayrağını sahiplenmediler mi, en azından toplumun bir kesimini bu konuda ikna etmediler mi? İşte o zaman, Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin krize girdiği apaçık. Ancak belli ki bu böyle devam edemez.

Şu sözlerdeki panik havası durumu ifade ediyor: “Bu sabah fragmanını izledim, gözümden yaş getirdi. Uzun zamandır Atatürk’ün ismini hep tartışmalarda çekiştirmelerde duymuştu(k)m. O inanılmayan ve inanılmadığı için tarihin her ağızdan bir ses çıkıyor üslubuyla tartışılan, tarihimizdeki eşi nadir olan saflığı, özlemi, inancı, hak etmişliği ve hak’kı hepimize yine inceden hatırlatacağı için seviniyorum” (2). Belli ki, birileri o saflığı, inancı arıyor. Can’ın seslendiği kesim işte budur.

Can, Atatürk mitinin onu ayağa düşürdüğünün, değersizleştirdiğinin farkında. Atatürk’ü kurtarmaya çalışıyor. Ama Ortadoğu’nun Nasır’ının Erdoğan olduğu bir ortamda, bunu 1960’lardaki gibi yeni bir Kemalist rönesansla yapamayacağını biliyor. Kemalizm bitti, yaşasın Mustafa, diyor. Bunun cumhuriyetçi kitlelerin krizine ne kadar çözüm olacağını zamanla göreceğiz. Ancak bir kesimi; daha ılımlı, resmi tarihin inandırıcılığının aşındığının farkında olan insanları heyecanlandırdığını görebiliyoruz.

Emekli albaylar, ve Baykal gibi eski kuşaktan insanlar ise “zamanı mıydı” derken elbette boşa konuşmuyorlar. Can’ın Mustafa’sı onların Atatürk’ü değil, üstelik onların Atatürk’üne değer de katmayacak, tersine onun arkaikliğini teslim edecek. Ancak Can’ın hakkını da vermeli, yeniden Mustafa merkezli bir Kurtuluş Savaşı tarihiyle Atatürk’ün konumunu sağlamlaştırıyor. Üstelik bunun bir uzlaşma olması da oldukça olası: Kürtlerin ve İslamcıların bir kısmının bu Mustafa’da sahiplenecekleri çok şey var.

Sonuçta şunu söyleyebiliriz. Can resmi tarihe karşı, onunla benzer özellikleri ve sorunları barındıran alternatif bir tarih yazıyor. Tarih olarak tatmin edici değil, ancak siyasi ve ahlaki bir ihtiyaca yanıt veriyor, Cumhuriyet ideolojisinin krizini hisseden kesimlere ve diğerlerine belli bir açıdan sesleniyor. Önerdiği, yolumuza ışık tutacak biri değil, ama kalbimizde yaşatacağımız biri. Cumhuriyetçi olmasak bile bizi cumhuriyetle barıştıracak biri. Sevmeseniz bile, takdir etmeniz gereken büyük biri.

Böylece onyıllardır, kulaktan kulağa, çok içiyordu, şöyleydi, böyleydi, diye fısıldayan islamcılara inat, bazı şeyleri biz de biliyoruz ama gene de seviyoruz Mustafa’yı, diyor Can.

Kimsenin moralini bozmak istemem ama Can’a hatırlatmak istiyorum: Tarihin acısı bir filmle alınamıyor. Atatürk pek çok insan için maalesef nostaljiye dönüşemiyor. Mustafa büyük adamdı, ama hala tarihte mağlup olanlarla duygudaşlık kuranlar var. Bakalım, onlar ne diyecek bu işe?”

Notlar

1) Turgut Özakman, 32. Gün, “Mustafa İçin Tarihi Buluşma”, 14/11/2008

2) Ekşi Sözlük, “Mustafa” başlığı, sayfa 3.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Berlin'de Yeni ve Eski Dalga

Berlin’de bir hayalet dolaşıyor: Türkiyeli yeni diaspora. Sevdikleri biçimde söylersek New Wave-Yeni Dalga’cılar. Bir de eskisi var elbette. Daha doğrusu, New Wave kendine yeni derken, kendinden öncekilere de eski demiş oluyor. Yeni diaspora Almanya’ya "ben senin bildiğin Türklerden değilim” diyor. Yeni Dalga eğitimli, genç ve hırslı. Eski Dalga da gençti, ancak Türkiye’nin köylerinden gelen genç köylülerdi. Bir zamandan başka bir zamana geldiler. Kimse umursamadı ama zamanı sırtlarında taşıdılar. Eski Dalganın sırtında kocaman bir kambur var, dışarıdan bakan sadece kamburu görüyor. İçerden görünen ise, Sivas, Çorum ve Varto. Yeni Dalga, aksine, zaman değil, mekan değiştirdi. Türkiye’nin millenial kuşağı Berlin’de aynı zamanı yaşadıklarını düşündükleri çocuklarla komşu oldular. Biraz daha geriye gidersek Yeni Dalga Erdoğan’ın Türkiye’sini önce beğenmedi, sonra şöyle bir silkeledi (Gezi’de), sonra da siyasetin doğuda pek kibar bir şekilde yapılmadığını farkederek, Türk

vicdan

ahlak üzerine çok şey söylenmiştir herhalde, ve ben bu konuda çok da düşünmüş bir kişi değilim. ama şunun farkına vardım: ahlakın olmadığı yerde politika da olmaz. vicdanın olmadığı yerde en doğru söz gevezeliğe dönüşüyor. further readings: 1. Ramonet, “Castro ile Söyleşi” 2. Yıldırım Türker’in tüm yazıları 3. ‘48 Elyazmaları’ndan ilgili bölümler 4. Orhan Kemal’den bir iki öykü vs…

çocukken

Biz çocuktuk, televizyonda aydın güven gürkan konuşuyordu, ya da ercan karakaş ya da hikmet çetin ya da fikri sağlar, ne farkeder, o eski shpliler hep aynı değil miydi zaten? gür bıyıklı, aydınlık bakışlı, güleç yüzlü. güzel insanlardı sanki. çocuktuk ve bize öyle gelmişti. özalın hacıağa kılıklı, kırmızı yanaklı, göbekli, üç kağıtçi tipli bakanlarına (hasan celal güzel mi yoksa?) kıyasla shp’liler mahallenin akıllı uslu geleceği parlak çocuklarıydı sanki. çocukken bağdat’ı canlı yayında bombalıyorlardı biz kahvaltı ederken. özal o zamanlar pek sevilmiyordu. inönü vardı sonra ama ne olduğunu anlamamıştık, boyu uzundu ve garip şakalar yapıyordu. Biz cocuktuk ve sonra pazarları akşam sokakta top oynamaktan gelirdik, ama eve ödev yapmak için değil. bizimkiler izlenecek, sonra spor stüdyosu, sonra banyo ve ödevler yapıldı mı telaşıyla yatak. annemiz şimdiki anneler gibi değildi, ödevlerini yaptın mı diye sormazlardı? çocukken biz, odevini yapan yapardı, adam olacak çocuk olurdu, zorla güz