Ana içeriğe atla

Sürecin Kısa Bir Tarihi ya da "Pe Tirka baweri nabe!"

2011 Haziran seçimlerinin hemen ardından başlayan ve bir buçuk yıl kadar süren prematüre ‘devrimci halk savaşı’ dönemi 2013 Newroz’unda Amed’de okunan poetik manifesto ile sona erdi. Ya da şöyle diyelim: 2011 seçimlerini ‘İtilafçılar’ kazandılar, ve o moral ve izansızlıkla yeni bir şiddet festivaliyle bu bir türlü bitmeyen bilmeyen ‘şark’ sorununa bir nokta koymaya yeltendiler. Sonra ne mi oldu? Oslo’dan Srilanka’ya gidelim derken, İrlanda’da buldular kendilerini ve Garry Adams ellerine Öcalan için yazdığı bir mersiyeyi tutuşturdu. Kısa ama etkiliydi.(Sesli tercüme)

Sinikler hiçbir şeye şaşırmazlar. Hayatta bir şeyleri gerçekten değiştirmeye çalışanların ise şaşırmama lüksü yoktur. Her gün yeni bir gün, her olay yenidir. Mesele yeni olanın ne olduğunu ayırdedebilmektir. O yüzden hayata kuşbakışı bakanlar bu yeni dönemi, Kürtler açısından neredeyse 20 yıllık bir barış kontekstine yerleştirmekte zorlanmadılar. Ancak ayağını yere basanlar için durum yepyeni, koşullar umut vericiydi.


Paris’te üç fidan
Neticede olaylar Türkiye’de geçiyor, Adams İrlanda’da yazıyor ve bazı savaş lordları hala Tamiller’den bahsediyordu. Ama silahlar Paris’te patladı ve PKK’yi beyninden değilse de kalbinin tam ortasından vurdu: Sakine Cansız.

Sembolizmi yüklü bir cinayetti: Katiller öyle mi tasarlaşmıştı, bilinmez, ama birbirini takip eden üç farklı kuşaktan ve hepsi Alevi üç kadın öldürüldü. Cenazeler Kürdistan’ın batı sınırlarını çizen hatta ve batıdaki küçük Kürdistana gönderildi: Dersim, Elbistan, Mersin. 'Üç fidan' neden öldürüldü? Tehdit mi, intikam mı, yoksa barışın ilk öncü diyeti mi? Hala bilemiyoruz. Ancak Öcalan nasıl algıladığını açıkladı: 'Ha bana ha Sakine'ye. Gladio devrede'.



'İleriye' çekilme
Dersim’den yola çıkan bir gerilla Hakkari’ye kaç günde varır? Bu soru o güne dek ne tabiatın ne de coğrafyanın sorusu olmuştu. Çünkü temelde gerilla mücadelesinin mantığına aykırı, devlet açısındansa gerillanın kimliği ikincil bir sorun olduğu için anlamsız bir soruydu. Ama işte 2013’ün baharı itibariyle tarihin tekerleği hızlı dönmeye başlamış ve biz de, en başta bastonuna dayanmış Hasan Cemal olmak üzere, kilometreleri saymaya başlamıştık. (Ape Hasan'ın çekilme günlüğü)

Parkta küçük bir mola
Bu yepyeni sürecin dinamiği henüz tam anlaşılamamış, gerilla çekilmeye başlamış ve ancak olayların nasıl devam edeceği sorusunun cevabı belirsizdi. Havalar ısınmaya başlamıştı, gökyüzünde bulutlar yoktu ve falcılar önlerindeki camdan kürelere çok şeyler umarak ama çaresizce bakıyorlardı.

İşte o an tarih bir şaka daha yapıverdi: OccupyGezi. Bir ay boyunca sokaklara el koyan çevreciler, Erdoğan’dan nefret eden liseli ve üniversiteliler, uzun bir uykudan uyanan eski solcular, meraklı emekliler, her daim muhalif Kürtler ve konjoktürel muhalif Kemalistler ülke tarihine derin bir bıçak kesiği bırakıyordu. Nitekim, deneyimli bir heval deneyimsiz bir mustafa-kemal-askerini toma'dan kurtarırken sadece gazeteciler ve liberaller değil, parktaki kuşların bile ezberi bozuluyordu.



İşte tam da bu an bir kısım muhalif sömürge aydınının o günden bu yana her sabah kahvaltı ederken aklına gelen soru duyuldu: “Kürtler nerede?”.(Sorunun daha genel cevabı burda) Aslında Kürtler oradaydı ama çok kalabalık değillerdi. Oysa ‘Kürtlük’ oldum olası ‘çokluk’ kavramıyla ilişkiliydi ve az sayıdaki heval Kürt’ten sayılmıyordu. Üzülerek söyleyelim ki, Türkiye’yi sarsan o bir ay, sürecin dinamiklerini sarsmayı beceremedi.

Gezi, gökyüzünde ve akıllarda bir ‘acaba?’ sorusunu bırakıp sessiz sedasız kenara çekildi.

Aşamalar, aşamalar…
Kürt sorunu sözkonusu olunca herşey normalde olduğundan biraz daha zor, biraz daha farklı: Sayı saymak bile. Sürecin başta üç aşaması olduğu iddia edilmişti. Ama birden öteye geçilemedi. Eylül itibariyle hükümet çekilme karşılığı atmaya söz verdiği adımları atmıyor, ipler geriliyordu. Gerillanın yüzde kaçının çekilmiş olduğu ve çekilme derken ne kastedildiği konusunda matematikçiler ve metafizikçiler tartışadursun, genç bir komutan yoldaşlarına ‘İlk hedefiniz durmak!” dedi, ve ilk aşamayla birlikte süreç de durdu…

Tam o sırada Amed’in kenar semtinde yaşlı bir Kürt kadın torununun kulağına fısıldıyordu: “Pe Tirka baweri nabe!..”

17 Aralık: Kurtlarla dansa devam
Bizans’tan beri bu coğrafyada bir sene yok ki, bir öncekinden daha az sürprize tanıklık etmesin. 2013 ise bu açıdan rekorları kırıyor ve son ayına yeni rejimin koalisyon ortakları arasında tarihi bir kavgayla giriyordu. Her gün ortalığa saçılan günah dolu tape’ler, İslamcılar’ı endişendiriyor, Kemalistler’i sevindiriyor, solcuları ise heyecanlarıyordu. Dile kolay, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu kabus, rejimin kendi üzerine çökmesiyle bitiyor gibiydi. Ama sonraki üç ayın göstediği gibi tarihten piyango çıkmayacaktı…

Öte yandan 1999’dan beri stratejik hesaplarını müzakere üzerine kuran Kürtler önce AKP’ye, sonra Cemaate ve ardından CHP’ye baktılar ve dediler ki: “Demokratikleşme”. Ama Erdoğan açısından bunu tartışmak iktidarını paylaşmak demekti, ve tam da bu yüzden hükümet darbeye bir başka darbeyle karşılık verdi: Cemaatin kalesi olan yargıyı fiilen askıya aldı. Bir başka biçimde söylersek, devlet partiye, parti başkan ve adamlarına, başkan ve adamları ise bizzat başkana, yani Erdoğan’a indirgenmiş oluyordu.

Otokrasinin güçlenmesine Kürt cenahından cevap gene Öcalan’dan geldi: “Sırat köprüsünden geçiyoruz. Kimin düşeceği kimin kalacağı belli olmaz”. Mealen, kurtlarla dansa devam…

Barışın yeni ve iç içe geçmiş savaşlara vesile olacağını kim bilebilirdi? Kürtler pislik içinde yüzen bir hükümet, arkasına sakladığı baltayla sırasını bekleyen Cemaat, amnesia’ya tutulmuş ve dalgalarla savrulan Kemalistler ve bütün bu pisliği ne pahasına olursa olsun onların temizlemesini isteyen solcuların ve liberallerin arasına sıkışıp kalmıştı.

Kimse Kürtleri sevmiyor, ama herkes onlardan birşeyler bekliyordu.

'Ortamlarda Sırrı'ya verdik deriz'
17 Aralık’tan sonra peşisıra gelen dalgaların üstünde herkes ayakta kalmaya çalışıyor, taraflar ve ittifaklar değişiyordu. Ve Mart seçimleri hızla yaklaşıyordu. Bir zamanlar herkesin sevdiği ‘bir güzel’ adamsa İstanbul belediye başkan adayı oluyordu.

Umutlar büyük ancak koşullar zordu. Sırrı sevimli, ancak Erdoğan korkunçtu. Korkunç otokratı sevmeyenler, sevmedikleri bir başka adamı desteklemeye karar verdiler. Zaman sevgi değil nefret zamanıydı, kadehler dostluğa değil intikama kaldırılıyordu. Dolayısıyla, politikayı da kimi sevdiğiniz değil, kimden nefret ettiğiniz sorusu belirliyordu. Herkes Sarıgül’e verilen oyları sayıyor, ve bununla birlikte sevdikleri adamın üzerine mührü bas(a)madıkları için ondan yavaş yavaş nefret etmeye başlıyordu.

Sırrı’nın hikayesi Orwell’in bir zamanlar söylediğini hatırlatıyor: “Bazen şu ya da bu siyasi partiyle ilişkiniz değil, sadece kaderinizdir sözkonusu olan.” Herkesin bir zamanlar sevdiği ama artık kimsenin beğenmediği adam olmak Sırrı’nın kaderi miydi?

2014 Baharı: Savaş ya da barış
Sürecin Mart seçimlerinin hemen öncesinden başlayan son aşaması Kürtlerin arasından gitgide artan “oyalıyorlar” tepkisi tarafından belirleniyordu. Kandil ve BDP husursuz, Öcalan ise huzurlu gibi görünüyor ve ilerliyormuş gibi görünen ancak yerinde sayan bir barış süreci hükümeti rahatlatıyordu. 

Siyasette retorik önemlidir ama esaslı aksiyonun yerini hiçbir şey tutamaz. Bu kez aksiyon Lice’den geldi. PKK’nin kuruluş toplantısına ev sahipliğini yapmış olması hasebiyle modern Kürt isyanının beşiği sayılabilecek bu küçük ilçe, hükümetin, askerin yada belki tanrıların gelecek savaşlara hazırlığı anlamına gelen 'kalekol' yapımına bedenini yollara barikatlar kurarak yanıt verdi. Yollara çukur kazmak için kullandıklar son model dozer, Gezi isyanında İnönü stadının inşaatından Davulcu Vedat’ın yürütüp polisin üzerine saldığı kepçeyi hatırlatıyor, ezilenlerin ellerine verilenle değil, ellerine geçirdikleri ile savaştığının bir kez daha delili oluyordu. Lice barikatları kısa sürede Kürdistan’ın başka yerlerinde Kürtlerin en iyi bildikleri şeye yani küçük çaplı bir serhıldana dönüşmekte zorlanmadı.

İşte Barış Süreci-Reloaded sürümünün nedeni Lice ve Kürt hareketinden gelen baskılardı. Bu öyle bir süreçti ki, en küçük bir ilerleme için bir kaç milyon kişinin sokaklara çıkması, ve bunların bir kısmının ölmesi gerekiyordu.

Herşeyin hızla ve aceleyle değiştiği bu kadim coğrafyada tarafların filtre kahvelerini ağır ağır yudumlayarak pazarlık yaptıkları süreç bir sene bile dayanamamış, elde silah, taş ve molotof kokteyli ile arenada yapılan bir müsabakayı andırmaya başlamıştı.

Bir sonuç olarak HDP: “Radikal demokrasi lazımsa onu da biz yaparız”
Şimdi son bir senenin kısa kroniğinden tekrar uzun döneme dönecek olursak, elbette bu yepyeni süreç, 2007’den beri ‘İtilafçılarla’ yapılan dansın, 1993’ten beri süren barış çağrılarının, 1984’ten itibaren verilen silahlı mücadelenin ve belki neredeyse bir asırlık ‘şark’ sorununun her biri aynı ve farklı anlamlarda parçasıydı.

Bunların hepsinden düz bir çizgi çizildiğinde ise görülen şey şuydu: Kürdistan dört tarafı ulus devletle çevrili bir coğrafya, Kürtler bu devletlerin her birinin içinde azınlık ancak kendi coğrafyalarında hep çoğunluk oldular. Mezopotamya’da ‘ulusal’ sorun işte bu acaip denklem tarafından belirleniyordu. Öcalan bu garip denklemden, garip ve açıkçası herkesi şaşırtan bir sonuç çıkarmıştı: Çözüm dünya tarihine yeni bir ulus devlet (ve bir tane daha milli takım ve merkez bankası eklemekten değil) bu dört ülkede de Kürtlerin rahatlıkla yaşayabilecekleri demokratik rejimler kurulabilmesinden geçiyordu. En azından kısa vadede durum buydu, uzun vadede ise Keynes'in dediği gibi zaten hepimiz sonsuzluğa kavuşacaktık.

İşte HDP, Kürtlerin biraz mübalağalı bir biçimde dersek “Madem Fırat’ın batısında radikal demokrasi yok, onu da biz yaratırız” iddiasından kaynaklandı. Tabi böyle şeyleri söylemek biraz özgüven ister, ki bilen bilir Kürtler son 30 yılda bunu batıdakilerin anlayamadığı biçimde fazlasıyla biriktirmişlerdi. Üstelik bu özgüven bir yandan da, şöyle doksan derece çevirseniz başkentindeki Kürt dönerci dışında içinde Kürt barındırmayan Şili’ye benzeyen bir coğrafyada, yani Rojava’da yepyeni bir ülke kurma deneyimi ile pekişiyordu.

Kuşkusuz bitmeyen bir savaşın hikayesini yazmak mümkün değil. Aynı şekilde bitmeyen bir barışın da… Ancak sürecin şu son bir senesi, barışla savaş arasındaki mesafenin çok kısa olduğunu gösterdi bize. Olasılıklar, olanaklar, spekülasyonlar ve teoriler Kürt sorunu söz konusu olduğunda ölümcül mücadelelere ya da barış için çekilen sonsuz halaylara dönüşüyordu.

Malumunuz, Clausewitz savaşın politikanın başka araçlarla devamı olduğunu söylemişti. Ama acaba, barışın da savaşın başka araçlarla devamı olduğunu söylemeyi unutmuş muydu?    

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Berlin'de Yeni ve Eski Dalga

Berlin’de bir hayalet dolaşıyor: Türkiyeli yeni diaspora. Sevdikleri biçimde söylersek New Wave-Yeni Dalga’cılar. Bir de eskisi var elbette. Daha doğrusu, New Wave kendine yeni derken, kendinden öncekilere de eski demiş oluyor. Yeni diaspora Almanya’ya "ben senin bildiğin Türklerden değilim” diyor. Yeni Dalga eğitimli, genç ve hırslı. Eski Dalga da gençti, ancak Türkiye’nin köylerinden gelen genç köylülerdi. Bir zamandan başka bir zamana geldiler. Kimse umursamadı ama zamanı sırtlarında taşıdılar. Eski Dalganın sırtında kocaman bir kambur var, dışarıdan bakan sadece kamburu görüyor. İçerden görünen ise, Sivas, Çorum ve Varto. Yeni Dalga, aksine, zaman değil, mekan değiştirdi. Türkiye’nin millenial kuşağı Berlin’de aynı zamanı yaşadıklarını düşündükleri çocuklarla komşu oldular. Biraz daha geriye gidersek Yeni Dalga Erdoğan’ın Türkiye’sini önce beğenmedi, sonra şöyle bir silkeledi (Gezi’de), sonra da siyasetin doğuda pek kibar bir şekilde yapılmadığını farkederek, Türk

Eagleton: Marx neden hakliydi?

Prens Charles “O korkunc Terry Eagleton mi?” diye sormustu. Korkunc Terry’den olumlu anlamda “korkunc” bir marksizm savunusu. Keyifli bir pazar aksami okumasi. Marks hakli miydi, sorusuna bence en iyi cevabi bir edebiyat profesoru verebilirdi zaten. Sarki dinler gibi okuyun… 

Ahmet Kaya: Vallahi biz dostu özledik!

Malumunuz, ya da değil tam bilemiyorum, ama Ahmet bilmem kaç sene evvel bugün gitti. Umarım gittiği yerde yüce gök elinden kırık sazını almayacak, Bahtiyar’la oturup rakı içip türkü söyleyecek, Nazlıcan ve Bedirhanla geçmiş günlerden, eski sevdalardan, eski kavgalardan söz edecekler ve bir zamanlar birer keklik olup üzerinden süzüldükleri dağları yukardan izleyecekler. Kuşku yok ki, Ahmet’in ruhu bu cehennemde olduğundan daha huzurlu olacak, sigarayı beş pakete çıkaracak ama içindeki çocuk artık eskisi gibi tedirgin olmayacak. Peki Ahmet Kaya kimdi? Numaralandırmaya olan naif merakımı mazur görürseniz, sanırım şunlardan her biri, ya da hepsiydi: Tartışmasız ‘78 devrimcisi abilerine aşık bi adamdı. O ilk başta gördüğünde yadırgadığı İspanyol paçalı, kendine ‘arkadaş’ diyen adamlar kalbinden hiç silinmedi, ve hatta denebilir ki, aşkın ve sokakların o coşkulu çocukları aklını yarım, kalbini ezik bırakıp bağzı atlara binip öylece gidiverdiler ve geride delirmemek için kendini paralamak