Ana içeriğe atla

Ahmet Kaya: Vallahi biz dostu özledik!

Malumunuz, ya da değil tam bilemiyorum, ama Ahmet bilmem kaç sene evvel bugün gitti.
Umarım gittiği yerde yüce gök elinden kırık sazını almayacak, Bahtiyar’la oturup rakı içip türkü söyleyecek, Nazlıcan ve Bedirhanla geçmiş günlerden, eski sevdalardan, eski kavgalardan söz edecekler ve bir zamanlar birer keklik olup üzerinden süzüldükleri dağları yukardan izleyecekler. Kuşku yok ki, Ahmet’in ruhu bu cehennemde olduğundan daha huzurlu olacak, sigarayı beş pakete çıkaracak ama içindeki çocuk artık eskisi gibi tedirgin olmayacak.
Peki Ahmet Kaya kimdi? Numaralandırmaya olan naif merakımı mazur görürseniz, sanırım şunlardan her biri, ya da hepsiydi:
  • Tartışmasız ‘78 devrimcisi abilerine aşık bi adamdı. O ilk başta gördüğünde yadırgadığı İspanyol paçalı, kendine ‘arkadaş’ diyen adamlar kalbinden hiç silinmedi, ve hatta denebilir ki, aşkın ve sokakların o coşkulu çocukları aklını yarım, kalbini ezik bırakıp bağzı atlara binip öylece gidiverdiler ve geride delirmemek için kendini paralamak dışında seçeneği olmayan bi adam bıraktılar.
  • Ancak Ahmet’i gene tartışmasız, 70’lerin kentleşme, proleterleşme, varoşlaşma, ve lümpenleşme konteksti dışında anlayamayız: Anlaşılamama korkusu, şu koca kalabalıklar içinde kendine bir yer açma kaygısı, bilinme, tanınma, binlerce insanın önünde sahneye çıkma isteği ve dinmeyen ego… Bu açılardan arabesk kuşağıyla mutlak ortaklıkları var. Ümit Kıvanç’ın belgeselinin ilk bölümü bunu gayet güzel anlatır: Uçurtmam Tellere Takıldı
  • Ancak işte bu ego ve kompleks, o güzel devrimci abileri unutturmama misyonuyla birleşmekte zorlanmadı. Esaslı ve samimi bir sentez. Net ve vurucu. En ünlü ve zengin olduğunda, bütün kapılar ona açıkken, hepsini elinin tersiyle itebilmesi o esasın ufacık bi kanıtı. 
  • Mucizevi bi adam. Kulağına üflenen yaratıcı tılsımın açıklaması olmaz: Şans, genetik kaza ya da allahın lütfu…
  • Oğuz Atay’ın bitiremediği Türkiye’nin Ruhu’nu o bitirdi: Türkiye denilen bu cehennemin hakettiği biçimde bolca gözyaşı, melankoli, rakı ve sayısı asimptotik biçimde artan sigara paketleri eşliğinde.
  • Ahmet’i en iyi İbo ya da belki Şivan’la yanyana koyarsanız daha iyi anlarsınız: Yetenekli bir halk çocuğuydu ama bundan fazlasıydı. Bu dünyanın nimetleri karşısında boynunu eğmedi, efendinin güzel sözlerine tav olmadı. İsyanı konjonktürel değil, kalıcı ve esaslıydı ve bu dünyada mutlu olma ihtimali zaten hiç yoktu.  
  • Sosyalizm 1980 sonrası Türkiye’sinde, maalesef, hapishanede ve işkencede, kazanma umudu olmadan, hayranlık verici bir müdanasızlıkla ve şiddetle direnen, varolmak için kendini kendini öldüren, o zayıf, kavruk ve biraz da dogmatik adam ve kadınlardır. Ve bununla beraber bizzat Ahmet Kaya’nın kendisidir.
  • Sorulsa öyle mi, diye, Ahmet Cemal Süreya’ya verdiği yanıtı verirdi: “Bu soru tam bir alaturka şarkı gibi oldu? Cevap vermek mümkün değil. Zaten görünüyor”
  • Ek okumalar: Cemal Süreya’ya verdiği röportaj, Sırrı’dan Apollo Ahmet

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Berlin'de Yeni ve Eski Dalga

Berlin’de bir hayalet dolaşıyor: Türkiyeli yeni diaspora. Sevdikleri biçimde söylersek New Wave-Yeni Dalga’cılar. Bir de eskisi var elbette. Daha doğrusu, New Wave kendine yeni derken, kendinden öncekilere de eski demiş oluyor. Yeni diaspora Almanya’ya "ben senin bildiğin Türklerden değilim” diyor. Yeni Dalga eğitimli, genç ve hırslı. Eski Dalga da gençti, ancak Türkiye’nin köylerinden gelen genç köylülerdi. Bir zamandan başka bir zamana geldiler. Kimse umursamadı ama zamanı sırtlarında taşıdılar. Eski Dalganın sırtında kocaman bir kambur var, dışarıdan bakan sadece kamburu görüyor. İçerden görünen ise, Sivas, Çorum ve Varto. Yeni Dalga, aksine, zaman değil, mekan değiştirdi. Türkiye’nin millenial kuşağı Berlin’de aynı zamanı yaşadıklarını düşündükleri çocuklarla komşu oldular. Biraz daha geriye gidersek Yeni Dalga Erdoğan’ın Türkiye’sini önce beğenmedi, sonra şöyle bir silkeledi (Gezi’de), sonra da siyasetin doğuda pek kibar bir şekilde yapılmadığını farkederek, Türk

vicdan

ahlak üzerine çok şey söylenmiştir herhalde, ve ben bu konuda çok da düşünmüş bir kişi değilim. ama şunun farkına vardım: ahlakın olmadığı yerde politika da olmaz. vicdanın olmadığı yerde en doğru söz gevezeliğe dönüşüyor. further readings: 1. Ramonet, “Castro ile Söyleşi” 2. Yıldırım Türker’in tüm yazıları 3. ‘48 Elyazmaları’ndan ilgili bölümler 4. Orhan Kemal’den bir iki öykü vs…

çocukken

Biz çocuktuk, televizyonda aydın güven gürkan konuşuyordu, ya da ercan karakaş ya da hikmet çetin ya da fikri sağlar, ne farkeder, o eski shpliler hep aynı değil miydi zaten? gür bıyıklı, aydınlık bakışlı, güleç yüzlü. güzel insanlardı sanki. çocuktuk ve bize öyle gelmişti. özalın hacıağa kılıklı, kırmızı yanaklı, göbekli, üç kağıtçi tipli bakanlarına (hasan celal güzel mi yoksa?) kıyasla shp’liler mahallenin akıllı uslu geleceği parlak çocuklarıydı sanki. çocukken bağdat’ı canlı yayında bombalıyorlardı biz kahvaltı ederken. özal o zamanlar pek sevilmiyordu. inönü vardı sonra ama ne olduğunu anlamamıştık, boyu uzundu ve garip şakalar yapıyordu. Biz cocuktuk ve sonra pazarları akşam sokakta top oynamaktan gelirdik, ama eve ödev yapmak için değil. bizimkiler izlenecek, sonra spor stüdyosu, sonra banyo ve ödevler yapıldı mı telaşıyla yatak. annemiz şimdiki anneler gibi değildi, ödevlerini yaptın mı diye sormazlardı? çocukken biz, odevini yapan yapardı, adam olacak çocuk olurdu, zorla güz